18 Mayıs 2013 Cumartesi

Türkiye İstatistik Kurumu'na Göre Türkiye Gençliği

İstatistiklerle Gençlik, 2012

Yunak(Unutulan Şehir)

Yunak, Konya ilinin bir ilçesidir. Yunak ilçesinde Türk ve Kürt kökenli vatandaşlar bulunmaktadır. Kürtler Osmanlı son döneminde bölgeye yerleştirilmişlerdir.

Coğrafya

İç Anadolu Bölgesi’nde Konya iline bağlı bir ilçe olan Yunak, doğusunda Cihanbeyli ve Sarayönü, güneydoğusunda Kadınhanı, güneyinde Ilgın, güneybatısında Tuzlukçu, batısında Afyonkarahisar, kuzeyinde Çeltik, kuzeydoğusunda da Ankara ili ile çevrilidir. Konya’nın kuzeybatı kesiminde yer alan Yunak, 2.000 m'yi aşmayan orta yükseklikteki dalgalı düzlüklerden oluşmuştur. Cihanbeyli Platosu ilçenin güneydoğusundadır. Kuzeyde Yukarı Sakarya Ovaları olarak tanınan Turgut ve Eşme ovaları bulunmaktadır. İlçe topraklarından kaynayan Gökpınar deresi ilçe sınırları dışında Sakarya Nehri’ne katılır. Ayrıca ilçedeki Küçükhasan Gölü'nün bir bölümü Çeltik ilçesi sınırları içerisindedir piribeyli kasabasi en buyuk kasabasidir. Deniz seviyesinden 1.150 m yüksekliktedir.

Benjamin Button(Yaşlı doğup, giderek bebekleşip, ölen adam)

Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi, F. Scott Fitzgerald’ın 1922 yılındaki çıkarttığı kısa öyküden uyarlanmış 2008 yapımı film. Yönetmeni David Fincher, senaryo yazarı ise Oscar ödüllü senarist Eric Roth'dur. Filmin başrollerini Brad Pitt ve Cate Blanchett paylaşmıştır. Ayrıca, film en iyi film dalında Oscar Ödüllerine aday gösterilmiştir. Fakat kazanamamıştır.

Özet

11 Kasım 1918'de, New Orleans halkı 1. Dünya Savaşı'nın bitişini kutlarken; bir bebek 86 yaşındaki bir adamın fiziksel görünüşü ile doğar. Bebeğin annesi doğumdan kısa bir süre sonra ölür ve babası, Thomas Button, bebeği alır ve onu huzurevinin önüne bırakır. Huzurevinde çalışan Afrikalı-Amerikan çift Queenie (Henson) ve Tizzy (Ali) bebeği bulurlar. Hamile kalamayan Queenie, bebeği kendi üstüne almaya karar verir. Bebeğe Benjamin ismini verir.
Hikâyenin akışında, Benjamin'in fiziksel gelişimi başlar. 1930'da hâla yetmişlerinde görünürken, büyükannesi huzurevinde yaşayan Daisy (Fanning) ile tanışır. Benjamin ve Daisy birlikte oynarlar.
Birkaç yıl sonra, Benjamin, Kaptan Mike nedeniyle New Orleans rıhtımındaki bir römorkörde çalışmaya gider. Boş zamanlarında, Mike, Benjamin'i barlara ve genelevlere götürür. İlk gittiğinde Benjamin, babası olduğunu belli etmeyen Thomas Button'la tanışır. Sonra, uzun dönem iş için New Orleans'tan ayrılır.
Rusya'da, Benjamin, Elizabeth Abbott (Tilda Swinton) adlı bir İngiliz kadınla tanışır ve ona aşık olur. Yeni evli Elizabeth eşiyle birlikte İngiliz hükümeti adına casusluk yapmaktadır ve Benjamin'le bir işi vardır. Bir gün, 8 Aralık 1941 sabahında (Pearl Harbor Saldırısı'ndan sonra) Elizabeth beklenmedik şekilde ayrılır ve arkasında bir not bırakır: Seninle tanışmak güzeldi.
1945'te, Benjamin New Orleans'a döner ve yine Thomas Button'la tanışır. Thomas kendisinin babası olduğunu söyler ve Benjamin'e ev, Button aile şirketini de içeren bütün servetini miras olarak bırakır.
Benjamin, Daisy'nin New York'ta başarılı bir dansçı olduğunu öğrenir. Benjamin, New York'a Daisy ile tanışmaya gittiği zaman, Daisy'yi başka bir dansçıya aşık olmuş olarak bulur. Sonra, Paris'teki dans turu sırasında, dans kariyerini engelleyen, bir araba kazası geçirir. Benjamin Daisy'nin arkadaşlarından birinden telgraf alır ve hemen onu bulmak için Paris'e gider. Daisy'nin Benjamin'i gördüğündeki ilk yorumu Mükemmelsin olur. Sonra Daisy, Benjamin'e sırtını döner ve hayatından çıkmasını söyler. Daha sonra, Daisy, güçlü fiziksel terapilerden geçerek yürümeye yeteneğine tekrar kavuşur.
1962'de, Benjamin New Orleans'a geri döner. Yeniden Daisy ile görüşür ve ona aşık olur. Benjamin, Thomas Button'dan miras kalan evi satar ve Daisy ile bir dubleks apartmana taşınırlar. Çift, Daisy'nin yaşlanırken Benjamin'in gençleşmesi olayıyla mücadele ederler. Birkaç yıl sonra çiftin Caroline adında bir çocukları olur. Benjamin, devamlı ters yaşlanma nedeniyle, uzun süreli gerçek bir baba olamayacağına inanır ve Caroline bir yaşına geldiğinde, bütün servetini ve ait olduklarını Daisy'ye bırakıp ayrılmaya karar verir.

Benjamin Franklin

On yedi çocuklu bir sabun ve mum imalatçısının onuncu oğlu olarak dünyaya geldi. On yaşında okulu bıraktı. 12 yaşındayken basımevi yöneten ve liberal bir gazete yayınlayan ağabeyi James'in yanına çırak olarak girdi. Basımcılık mesleğini öğrendi ve edebiyat çalışmalarına başladı. 1730'da Philadelphia'da bir basımevi ve gazete kurdu. Poor Richard’s Almanac'ı (Fakir Richard'ın Almanak'ı) yayınlamaya başladı. 1732­-1757 yılları arasında yönetmenliğini yaptığı Almanac'da Richard Sounders imzasıyla yazılar yazdı. Siyaset, felsefe, bilim, iş ilişkileri gibi konuların tartışıldığı Junto adlı bir kulüp; kütüphane, hastane ve yangına karşı sigorta şirketi kurdu. Basımevlerini çoğalttı.
Uçurtma deneyi ile ilgili bir tasvir
Franklin, 1736'da Philadelphia meclis sekreteri oldu ve siyasete atıldı. 1750'de Pensilvanya meclisine seçildi, arazi vergisine karşı olan büyük ailelerle mücadele etti. İngiliz Amerikası postalarının genel müdürlüğüne getirildi. Posta servisinde çeşitli düzenlemeler yaptı. Özellikle elektrik olaylarıyla ilgili araştırmalar yapan Franklin, elektrik yüklerindeki artı ve eksi uçlarını keşfetti ve elektrik yükünün korunumu ilkesini ortaya attı. Fırtınalı bir havada uçurtma uçurarak gerçekleştirdiği deneyi sonunda şimşeğin elektriksel bir olay olduğunu keşfetti[2]. Elektrikten etkilenmeleri sebebiyle kendisinin kurtulmasına rağmen iki yardımcısının öldüğü bu deneyden yola çıkarak paratoner'i keşfetti, güneş ışığından daha fazla yararlanmak için saat uygulamasını başlattı.
1757'de Kuzey Amerika Sömürgeler isyanının başlangıcında sömürgelerde yaşayanlar Franklin'i, şikayetlerini Londra'ya iletmekle; 1765'te de damga resmi kanununa karşı itirazları Lord Grenville'e bildirmekle görevlendirdi. 1772'de Massachusetts Valisi Hutchinson'un sömürge halkına karşı hakaretlerle dolu mektuplarını ele geçirerek yayınladı. Sömürge halkı karşısındaki itibarı arttı. Amerikan Kongresi'ne milletvekili seçildi. 1776'da Thomas Jefferson ve John Adams ile birlikte bağımsızlık bildirgesini hazırladı. Eylül 1776'da kongre, ekonomik ve askeri yardım istemek üzere aralarında Franklin'in de bulunduğu üç kişilik bir komisyonu Fransa'ya gönderdi. Franklin, Fransız dışişleri bakanı Charles Gravier ile görüşmelerinde çok başarılı oldu. 1775-1783 Amerikan Bağımsızlık Savaşı sonunda İngiltere ile barış görüşmelerini sürdürmek üzere seçilen diplomatlardan birisi olarak İngiltere'ye gitti. İngiltere ile barış antlaşmasının imzalanmasından sonra 1785'te Amerika'ya döndü. 1787'de Philadelphia Anayasa Kurultayının çalışmalarına katıldı. Bir müddet sonra da öldü. Onun renkli yaşamı, bilimsel ve politik başarıları Amerika'nın en etkili Kurucu Babaları olarak, Franklin para ve onur gördü; savaş gemileri; birçok şehir, ilçe, eğitim kurumları, namesakes bir isim ve şirketler ve ölümünden sonra fazla iki yüzyıl, sayısız kültürel referanslara onun adı verildi.

14 Mayıs 2013 Salı

Güncel Bilgiler

♥ Güney Kore başkenti Seul, Kore dilinde “başkent” anlamına gelmektedir.
♥ Günışığından daha fazla yararlanmak için saat uygulamasını Benjamin Franklin başlatmıştır.
♥ Günümüzde, evlenenlerin yüzde ellisi boşanmaktadır.
♥ Hamamböcekleri yaklaşık olarak 250 milyon yıldır yaşadıkları halde hiçbir değişime uğramamışlardır.
♥ Hapşırdığınız zaman, kalbiniz de dâhil olmak üzere bütün vücut fonksiyonlarınız bir an için durur.
♥ Hapşırırken Burnu ya da Ağzı Kapamak, Felce Neden Oluyor.

Üç yaşından daha önce olanları için hatırlamıyoruz?

Bilim adamları geçmiş deneyimlerimizi saklayan hafızamızın beynimizde anıveya öykü şeklinde organize olduğunu ileri sürüyorlar. Üç yaşından küçükler bu şekilde iletişim kurma yeteneğine sahip değiller.Öykü ve anılarını anlatamıyorlar. Yer ve karakter kavramlarını anlamıyorlar. Üç yaşından küçükler düzgün konuşabildikleri,anlayış, seziş ve hafıza yeteneklerine sahip oldukları halde tüm olanları bir bütün olarak şekillendiremiyor, öyküye dönüştüremiyorlar.Hafızamız ne yaptığını ne yapıldığını 3-4 yaşlarında kaydetmeye başlıyor.

Bir hafta neden 7 Gündür?

Babilliler 7 günlük haftayı zaman birimi olarak kullanıyorlardı. İlk çağlarda bilinen beş gezegen ile güneş ve ayın sayısı nın 7 oluşu bu sayıyı gizemli ve uğurlu kılıyordu. Daha sonra dinlerde göğün 7 kat oluşu ve doğadaki ana renk sayısının 7 oluşu, müzik notalarının 7 oluşu sayının önemini daha çok belirtti. Daha sonra Fransa takvim yapısını değiştirerek hafta sayısını 10 yaptı ama kabul görmedi. Rusya 5 günlük hafta uygulamasına geçti, o da tutulmadı. Sonunda yine hafta 7 gün olarak kaldı.

Niçin döner kapı?

Döner kapıların tek amacı enerji tasarrufudur. Büyük binaların içerleri devamlı olarak ısıtılır. Açılan normal kapıdan içeri soğuk hava rahatlıkla girer. Eğer normal kapı kullanılırsa hava değişimi nedeniyle klimalar veya motorlar yeniden çalışacaktır. Özellikle çok kişinin girip çıktığı otel veya benzeri binalarda enerji tasarrufu için döner kapı kullanılır. Döner kanatlar sıcak havanın dışarı çıkmasına, soğuk havanın da içeri girmesini engeller.

İlginç bilgiler

 18 Şubat 1979 yılında sahra çölüne kar yağmıştı.

Bediüzzaman ve Kürt Sorunu

Diyarbakır Milletvekili Altan Tan, "Eğer sistemin yöneticileri Bediüzzaman’ın sesine kulak verseydiler, öğretisini uygulasaydılar, ‘Kürt Sorunu’ bu hale gelmezdi" dedi.
Milat Gazetesi Ankara Temsilcisi Aslan Değirmenci’nin Kanal 5’de hazırlayıp sunduğu ‘Son Gündem’ programına katılan BDP'li Altan Tan, Fırat’ın ötesindeki karanlık yapılarla da yüzleşilmesi gerektiğini vurguladı. Tan, “Kürt Ergenekon’u ve JİTEM gibi ne kadar kuruluş varsa bunlarla ilgili ciddi bir araştırma yapılmalı. Bir dönem köyler yakıldı, yıkıldı. İnsanlar zorunlu olarak göç ettirildi. Gizli örgütler insanları türlü işkencelere tabi tuttu. Bunları yapanlara dört tane çete denildi. Dört çete bunları nasıl yapar? Fırat’ın ötesindeki yapıların üzerine ciddi şekilde gidilmeli. Roboski üzerine de gidilmedi. Halen karanlık bir şekilde duruyor. Gerçeklerin ortaya çıkmasını istemeyenler var” diye konuştu.
Bediüzzaman’ın öğretileri dikkate alınmalı
Bediüzzaman Said Nursi’nin öğretilerinin dikkate alınmadığı için Kürt sorununun bu noktaya geldiğini ifade eden Tan, “Bediüzzaman’ın öğretileri bugünkü sorunlarımızı çözmede de önemli bir yol işaretidir. Eğer sistemin yöneticileri Bediüzzaman’ın sesine kulak verseydiler, öğretisini uygulasaydılar, ‘Kürt Sorunu’ bu hale gelmezdi. Çok daha güzel, çok daha kolay çözülürdü. Kendisini rahmetle yad ediyoruz. Allah rahmet eylesin. Allah talebelerini çoğaltsın ve bütün bir İslam Ümmeti’nin, Dünya’nın da üzerine Allah rahmetini indirsin” dedi.

Altan Tan Kürt Sorunu

Kürt Sorunu… Ülkemizin kanayan yarası… Sadece son 30 yılda 40 binden fazla cana mal oldu, binlerce köy boşaltıldı, milyonlarca insan yerinden oldu. Onlarca söz söylendi, kararsız bazı adımlar atıldı, ancak yeterli irade gösterilemedi, çabalar yarım kaldı.

Kalıcı ve gerçekçi çözüm bambaşka bir perspektif gerektiriyordu çünkü. Bölgenin hemen her karışını bilen ve hayatını bu sorunun çözümüne adayan ünlü Kürt aydını Altan Tan yılların birikimini kaleme aldı.

Altan Tan düşünce ve siyaset dünyasının aşina olduğu bir isim.12 Eylül sonrasında insanlık dışı muamelelerin adeta karargâhı durumuna gelen Diyarbakır Askeri Cezaevi'nde gördüğü işkence sonrasında hayatını kaybeden babası Bedii Tan'ın acısı belki de Güneydoğu ve Kürt sorununa farklı bir gözle bakmasına yol açtı.

Türkiye'deki muhafazakâr ve dindar hareketlerin Kürt Sorununa ısrarla uzaktan ve resmi görüş çizgisinden bakmaları Altan Tan'a göre sorunun kangren hale gelmesinin en önemli sebeplerinden biri.1991 seçimleri öncesinde Güneydoğu'da ciddi bir destek devşirmiş, ümit verici bir zemin yakalamış olan RP'nin MÇP ile ittifaka girmesi sebebiyle ciddi bir fırsat kaçırılmış oldu. Oysa yazara göre sorunun çözümü tam da buradan, İslami anlayıştan neşet edebilir; İslam dini içindeki ümmet anlayışı, tüm milletlerin dilsel ve kültürel haklarını koruma altına alan barışçıl yorumuyla sadece bizim ülkemizin değil, tüm bölgenin etnik problemlerini çözebilirdi; ve hâlâ da çözebilir.

Altan Tan geç kalmış bir Kürt ulusalcılığına da mesafeli duruyor. Bir yüzyıl öncesinin gözde kavramlarının bugünkü koşullara uygulanmasını gereksiz ve Kürt halkını geriye götürecek bir çaba olarak görüyor. Bununla birlikte Kürt ulusalcılığının kapsamlı bir tarihçesini vermekten de geri durmuyor.

600 sayfayı aşkın bir kaynak kitap hüviyetindeki çalışma Türkler ve Kürtler arasındaki ilk münasebetlerden Osmanlı dönemindeki özerk yapılanmaya, Kürt edebiyat ve folklorundan isyanlarına, II. Meşrutiyet'in Kürtler nezdinde ki etkilerinden İttihat ve Terakki yönetimine, Cumhuriyet dönemi olaylarına, Kürtlerin Türkiye'deki sağ ve sol düşünce içinde siyaset yapma biçimlerinden İslami bir Kürt hareketinin mecra bulma imkânına, 'federasyon mu, bağımsızlık mı, yoksa demokratik Cumhuriyet'te entegrasyon mu? ' tartışmalarına uzanan kuşatıcı bir inceleme sunuyor.

Dücane Cündioğlu

Dücane Cündioğlu (21 Ocak 1962, Üsküdar, İstanbul) yazar, düşünür.
2 Nisan 1980’de başladığı yazı hayatına çeşitli dergi ve gazetelerde makaleler yazarak devam etti. 1981’de Kur’an ilimlerini temel uğraş alanı olarak seçti. Yorumbilim'in (İlm-i Tefsir) yanı sıra uzun yıllar Tarih, Dilbilim (İlm-i Belâğat), Düşüncebilim (İlm-i Mantık) ve Felsefe dersleri verdi. Bir dönem Berlin'de yaşadı. Şubat 1998’ten 2011'e kadar Yeni Şafak gazetesinde köşe yazarlığı yapmış, 05.02.2011 tarihinde 'Son Günahım' adlı yazısı ile gazete yazılarına son vermiştir.

9 Mayıs 2013 Perşembe

Kürt Sorunu(Cemal Uşşak.)

Açık Toplum Vakfı’nın çıkardığı Anadolu Vicdanı kitabında Kürt sorunuyla karşılaşma anınızdan bahsediyorsunuz. Ne zamandı? 
1974 yılında öğrenciydim. Nur camiası içinde ama şu günlerdeki ifadesiyle Gülen Cemaati içinde değildim. Elbette ki Fethullah Gülen’e uzaktan kendimce derin sempati ve ilgi duyardım. ışte içinde bulunduğum camia o dönemde Kadıköy yakasında 4 öğrenci evine nezaret etmemi istemişti. Yani ağabeylik yapıyordum. Göztepe’de çoğu Bingöl ve Urfalı 6-7 kişilik bir talebe grubu vardı. Bir gün gittim, “Halim’le Mehmet nerede?” diye sordum. Mutfakta yemek hazırlıyorlarmış. Kapıya yaklaştığımda resmi belgelere de giren haliyle ‘anlaşılmayan bir dil’ duydum. Sonradan öğrendim ki Zazaca. Ben içeri girince panikle sustular ve “Abi özür dileriz, belki bir daha olmayacak, anamızın dilini özlemişiz de birkaç kelime konuşmuşuz” dediler. Sanki suçüstü haliydi yaşadıkları. 

Siz ne dediniz? 
O ki ananızın dili, siz bu dili konuşmakta serbestsiniz dedim. ınanamadılar bir süre: “Abi sen doğru mu diyorsun? Ama Haşim Abi bize yasaklamıştır.” Haşim Abi dedikleri de onlardan büyük Urfalı bir Kürt. Haşim’le daha sonra konuştuğumda şöyle demişti: “Yahu, ben de bir Kürt olarak anamızın dilini konuşamamaktan mustaribim. Ama hassasiyetleri biliyorsun. Ben, gençlerin başına bir şey gelmemesi için ikaz etmiştim.” Ama bu izah, elbette ki, camiayı bu anlamda sorumluluktan kurtaramaz. 

Caiz yani seçmeli 
Bu camia ve sorumluluk kısmını biraz açar mısınız? 
Bediüzzaman Hazretleri’nin 1911’de Kürt aşiretleri arasında yapmış olduğu mülakatlara dayanan kitabında söyleniyor: Bu bölgenin eğitim dili Kürtçe, Arapça ve Türkçedir. “Türki lazım, Arabi vacip, Kürdi caiz” sloganı aramızda sık tekrarlanırdı. Caiz kelimesini seçmeli yani dileyen Kürtçe de öğrenebilecek şeklinde anlıyorduk. Bu sloganik ifade aramızda konuşulmasına rağmen bunun gereği yapılmazdı. 

Nasıl yani? 
Caiz olduğu söylenen Kürtçenin özgürlüğünü savunmak lazımdı ama bu yapılmazdı. Çünkü dindarlar üzerinde de hegemonyasını sürdüren bir resmi söylem vardı. Milliyetçi, resmi söyleme kapılınca benim camiam da Kürtlerin varlığını kabul etse de vicdani gerekliliğini yapamamıştı. Genelde milliyetçiler ve biz dindarlar, ‘Çin zulmü altında’ anadillerini konuşmaktan men edilen Türkistanlı ırktaşlarımızın veya Bulgaristan’da Türkçe isim alamayan kardeşlerimizin derdine yandık. Onlar için ağıtlar düzdük ama burnumuzun dibindeki Kürtlerin anadilleri konuşamamasının ıstırabını hissetmedik. 

Niye böyle oldu, tek açıklama dindarların da mağdur olması mı? 
Birinci sebep, evet resmi söylemin baskısı altında olmamız. ıkinci sebep de şu: Herkesin kendisine göre bir hesabı ve gündemi vardı. Bu hedefine doğru giderken devletle cebelleşmek istemiyordu kimse. Çünkü devletin Kürt sorununa karşı resmi duruşu ortadaydı. Yani dindarlar bu ülkede çoğunluk olmalarına rağmen resmi anlayışın mağduruydu. Kürtler, Aleviler gibi. 

Yani kendi mağduriyetimizle uğraşırken bir de Kürtlerin haklarını savunmayalım mı dendi? 
Ben buna hak vermiyorum ama anlıyorum. ıkinci bir yük almayalım diyerek Kürt sorunu dindar camiada uzun süre dışlandı. Doğru muydu? Hayır. Çünkü mağdur olan bir kimse başka tür mağduriyetler yaşayanlarla empati kurmalıdır. Bu ülkede Alevilerin, Rumların, Ermenilerin, Kürtlerin, Yahudilerin mağduriyetleri var. Bunu kimse anlamasa bile dindarlığı hayatının merkezine alan kişilerin anlaması gerekir. 

Bunun altında devletin resmi söylemini özümsemiş olmaları da yatmıyor mu? 
“Esasen Kürt sorunu yoktur, bu sorunu birtakım dış mihraklar, içimizden bazı ‘hain’leri manipüle etmek suretiyle suni olarak yaratıyor” gibi yanlış bir algı vardı. Özellikle Milli Görüş geleneğinden gelenler bu fikri sıkça tekrar ederdi. Ve çözüm yolu olarak ıslam kardeşliğini gösterirlerdi. 

İslam kardeşliği 
Rahmetli Erbakan bu anlayışı son günlerine kadar savunmuştu… 
Evet ama nedir ıslam kardeşliği? Bu bir reçete veya tablet değil ki, suya koyunca çözülsün. ıslam ümmetinin yetimleri olarak tanımlanan Müslüman Kürtlerin derdine çözüm arayışı içinde olmaktı önemli olan. ıslam kardeşliği sözünün arkasından somut bir teklif gelmiyordu hiçbir zaman. Kuran’da şöyle der: “Sizin dillerinizin ve renklerinizin çeşitliliği Allah’ın ayetlerindendir.” 15 sene kadar önce bu ayetin anlamını şöyle kavradım: Yüce Tanrı istemiş ki, kendisine muhtelif dillerle yalvarılsın ve yakarılsın. Dolayısıyla eğer ben o Yaradan’a iman etmişsem, onun ayet olarak ifade ettiği farklı dillere saygı göstermek durumundayım. Milli Görüşçüler bunu yapamadı, sloganik ifadelerin ötesine geçemedi. 

Gülen cemaatinin Kürt sorununa bakışı nasıl değişti yıllar içinde? 
Cemaat adına konuşmak durumunda değilim ama Gülen cemaatine sempati duyanların destek verdiği Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın kuruluşundan beri buradayım. Vakıf Türkiye’nin önünü açacak ‘devlet din ilişkisi’, ‘din demokrasi ilişkisi’, ‘demokratik hukuk devleti’ gibi konuları işledi. Sayın Erdoğan, Mısır’a gittiğinde laikliği bir değer olarak sundu ama dünya âlem biliyor ki Erdoğan’ın geldiği siyasi damarda laiklik bir değer değildi. Yani Gazeteciler Yazarlar Vakfı’nın laiklik toplantısı düzenlediği yıllarda, Erdoğan’ın siyasi geleneğinde laiklik tam tersi bir konumdaydı. 

Neden sonra bir değer haline geldi laiklik öyleyse? 
Herkes gibi o ve yakın çevresi de değişti. Gayrimüslimlerin el konulan mallarının da iade edilmesine karar verildi çok yeni olarak. Önemli bir devrimdir bu. Biz ilk kez bir iftar sofrasına Patrik’i, Hahambaşı’nı çağırdığımız zaman bazı ıslami gazeteler “Müslüman’ın sofrasına vaftiz şarabı düştü” demişti. Bu gelenekten gelen birileri bugün gayrimüslimlerin mallarını iade ediyorsa değişmişlerdir. Ve tabii AB süreci de bu değişimde çok etkili olmuştur. 

Bir kimlik sorunu 
Anladım… Biraz önce cemaatin Kürt sorununa bakışını anlatıyordunuz, laiklikle bölündü… 
İlk başlarda biz Türkiye’deki sorunlara genel olarak temas ettik. Ama sonra Kürt ve Alevi sorunlarıyla ilgili cepheden toplantılar düzenledik. Kürt sorunuyla ilgili düzenlediğimiz toplantıların biri Erbil, biri Ankara, diğeri de Abant’taydı. Ama bundan 15-20 sene öncesine giderseniz, varlık yokluk mücadelesi içinde olan insanların kendi dertlerini ön planda tutmasını anlayabiliyorum. 

Şimdi durum ne? 
Bakın… Hükümet sözcüsü belli konulardaki tavrını çıkıp açıklıyor ama bizim camiamızın öyle bir durumu yok. Cemaat dediğiniz sosyolojik bir olgudur, ona gönül vermiş insanlar tarafından temsil edilir. Televizyonla, gazeteyle vs. Fethullah Gülen Hocaefendi’ye gönül vermiş insanların kurduğu Gaziantep’te yayın yapan Dünya TV adlı bir Kürtçe televizyon bile var. Bizim Abant toplantımıza katılan bir avukat, “Sizin camianızın samimiyetiyle ilgili şüphelerim vardı ama şimdi buradaki tartışma ortamını görünce fikrim değişti” dedi. 

Bölgede cemaatin samimiyeti sorgulanıyor mu sizce de? 
Sanmıyorum, kimlerle muhatap olduğunuza göre değişir. Diyarbakır, Mardin, Urfa’daki insanlar bizim camianın açtığı etüt merkezlerinden, dershanelerden ve Kimse Yok mu derneğinin yaptığı yardımlardan memnuniyetlerini ifade ediyor. PKK ve yakın olanlar ise bu yolla asimile edildiklerini söylüyor. Bu, camia için inanılması zor bir iftira olur. Camiaya gönül verenler Filipinler’de, Madagaskar’da okul açıp o insanları kendi kimliğiyle kabul edecek ama buraya gelince dönüştürmeye kalkacak. Olacak iş mi? 

O saydığınız ülkelerde de Türkçe öğretmiyor musunuz ama? 
Her yerde Türkçe mecburi değil. Kazak-Türk okulu veya Filipin-Türk okulu dediğiniz zaman Türkçe haliyle müfredatta yer alıyor. Birçok okulda Türkçe mecburi değil. 

Siz hükümetin meseleye yaklaşımını nasıl buluyorsunuz? 
Terör sorunuyla Kürt sorunu arasında elbette ilişki vardır ama akşamdan sabaha terörü bitirseniz bile Kürt sorunu çözülmez. PKK, Kürt sorununun içinden çıkmıştır. Önce Kürt sorunu vardı yani. Eskiden Kürt’ü kabul etmiyorlardı, şimdi Kürt’ü kabul ettiler, bu defa da terörle ilişkilendirmek suretiyle Kürt sorununu yumağa dönüştüren bir zihniyetin içine girdiler. Milliyetçi ve dindarlar arasında bir de şöyle yanlış bir algı var: “Evet Kürtlerin mağduriyetleri var ama terörü çözmeden sıra o mağduriyetlere gelmez.” Hiç katılmıyorum bu fikre. Kürt sorunu önemli ölçüde Kürt dili ve kimliğinin özgürlüğü sorunudur. 

Bazılarına göre TRT şeş’in ve Kürtçe kurslarının açılması bu sorunu çözmek için yeterli. Sizce? 
Osmanlı döneminde basılmış Kürtçe, Babanice, Suranice, Kırmançi mukayeseli sözlük ve grameri üzerine kitaplar var. Bir dilin özgürlüğü ne demek? Ben kendimi Kürt addedecek olsam, Kürtçeyi sadece evde konuşulan bir anadili olarak mı yaşayacağım? Öyle tabii bugünün şartlarında. Halbuki bu şekilde hiçbir dil yaşayamaz. 

Öyleyse siz anadilde eğitim taleplerini çok haklı buluyorsunuz? 
Anadilin eğitimi Kürtçe kurslarla telafi edilemez. Kürtlerin çoğunlukla yaşadığı ülkenin her yerinde eğitim sisteminin içerisinde olması gerekir. Bir Kürt gidip, ben çocuğumun Kürtçe de öğrenmesini istiyorum dediğinde, Kürtçe sınıfımız var seçeneğini sunmak gerek. TRT şeş’in açılmasının sembolik anlamı var elbette. ıktidar yasal düzenlemeleri zorlarcasına siyasi risk alarak yaptı ama yeterli değildir. Çünkü Kürtçenin özgürlüğü önündeki engeller hâlâ hayatiyetini sürdürüyor. 

Dindarlar 90’larda Kürtlerin haklarını ciddi biçimde savunsa bugün farklı bir yerde mi olurduk? 
Kesinlikle. ıslami hassasiyeti olduğunu söyleyip bugün bir yerlerde yazıp çizen bazı kişiler hâlâ bunu görememiş vaziyette. Neredeyse “E çok oluyorlar, yetmez mi bu kadar hak” diyecekler… Kendine mümin diyen kişiler farklı dillerin ve kimliklerin özgürlüğünü kabul etmeli ve bu özgürlüğün temini için elinden geleni yapmalıdır. Dindarlar bu sorumluluğu yerine getiremediler. 

Muhafazakâr çevrede bu konuda sizin gibi özeleştiri yapanlar var mı? 
10 sene öncesinde Türkiye’nin dindarları yoksullukla, mağduriyetle sınanmaktaydı. Bugün ise dindarlar daha varlıklı ve muktedirdir. Bu yeni durum da dindarlara yeni sorumluluklar getirir. Yeni bir sınav çıkarır. 

Nasıl veriyorlar o sınavı? 
Bu sınavı veremeyenlerin olduğunu söyleyebilirim. Ramazan ayında bazı belediyelerin yaptığı şımarıklık ve taşkınlık mahsulü işleri gördüğümde üzüldüm. Biliyorsunuz içkiye meyyal olan vatandaşlarımız “Meret şişede durduğu gibi durmuyor” der. Güç de öyle bir şey işte, insan vücuduna girdiği vakit şişede durduğu gibi durmuyor, kişiyi dönüştürüyor. 

O bakımdan Başbakan da değişti mi? 
şüphesiz değişti. Bunun geri dönüşü yok. Benim bir mümin olarak dileğim değişimlerin yozlaşmaya dönüşmemesidir.

İlginç Bilgiler.

Dünyadaki beyaz karıncaların toplam ağırlığı insanların 10 katıdır.

İlginç Bilgiler.

K.utup ayılarının solak olduğunu, zürafaların yüzemediğini, sadece dişi sivrisineklerin ısırdığını, yataktan düşerek ölme olasılığının iki milyonda bir olduğunu, salatalığın yüzde 96’sının su olduğunu biliyor muydunuz?
Yeni Zelanda’da yaşayan Kea adında bir cins papağan araba pencerlerinin etrafındaki kauçuk şeritleri yer! Kaydedilen en uzun tavuk uçuşu 13 saniyedir.

İlginç.

Dünya'da Coca Cola satılmayan sadece iki ülke var: Kuzey Kore ve Küba.

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Öklid (Euclid) (M.Ö. 330 - 275)


Yunan matematikçisi Gelmiş geçmiş matematikçiler içinde adı geometriyle en çok özdeşleştirilen kişidir Öklid geometri dünyasında kapladığı bu seçkin yerini kendisinin büyük bir matematikçi olmasından çok geometrinin başlangıcından kendi zamanına kadar bilineni ‘Öğeler’ adını verdiği kitaplarında toplamasına borçludur Öğeler dilden dile çevrilmiş yüzlerce kez kopya edilmiş matbaanın icadından sonra da binlerce kez gözden geçirilmiş ve yeniden basılmıştır Öklid derlemesinin tutarlı bir bütün olmasını sağlamak için kanıt gerektirmeyen apaçık gerçekler olarak beş aksiyom ortaya koyar ve diğer bütün önermeleri (teoremleri) bu aksiyomlardan çıkarır.
Öklid’in beş aksiyomu şunlardır:
1 İki noktadan bir ve yalnız bir doğru geçer.
2 Bir doğru parçası iki yön ede sınırsız bir şekilde uzatılabilir.
3 Merkezi ve üzerinde bir noktası verilen bir çember çizilebilir.
4 Bütün dik açılar eşittir.
5 Bir doğruya dışında alınan bir noktadan bir ve yalnız bir paralel çizilebilir.

Öğeler 13 kitaptan oluşmaktadır. Öklid geometrisi 19 yüzyılın başlarına kadar rakipsiz kaldı.
Hatta 20 yüzyılın ortalarına kadar bile orta öğretimde geometri Öklid’in Öğeler’ine bağlı kalarak okutuldu.
Öklid’in yaşamı konusunda hemen hiçbir şey bilinmiyor Önceleri bir yunan kenti olan Megara’da doğduğu sanıldıysa da sonradan Megara’lı Öklid’in Öğeler yazarı İskenderiyeli Öklid’den yüzyıl kadar önce yaşamış bir felsefeci olduğu ortaya çıktı Öğelerin yazarı Yunanlı olabileceği gibi zamanının Yunan kolonisi İskenderiye’ye öğrenim görmek sonrada hocalık yapmak için gelmiş bir Mısırlı’da olabilir.
Öklid matematik ve geometriye katkılarından dolayı 'matematiğin babası' denilebilir. Ziya kitapları yüzyıllar boyu okutulmuştur. Tarihin babası Heredot geometrinin başlangıcını daha öncelere dayandığını araştırmıştır.

Molla Lütfi

15. yüzyılda, Fatih Sultan Mehmet ve II. Beyazıd dönemlerinde yaşamış meşhur matematikçilerdendir. Sinan Paşa’nın ve Ali Kuşçu’nun talebesi olmuş, Ali Kuşçu’dan öğrendiği matematik bilgilerini Sinan Paşa’ya aktarmıştır. Böylece Sinan Paşa, onun vasıtasıyla matematik öğrenmiştir. Sinan Paşa’nın tavsiyesiyle, Fatih, Molla Lütfi’yi, özel kütüphanesinin müdürlüğüne getirmiştir. Molla Lütfi, bu sayede pek çok değerli kitaptan değişik bilimleri öğrenme fırsatına sahip olmuştur. Sinan Paşa, Fatih tarafından Sivrihisar’a sürülünce, Molla Lütfi de hocası ile birlikte gitmiş, Sultan II. Beyazıd’ın tahta çıkmasının ardından hocasıyla birlikte İstanbul’a dönmüştür. Önce Bursa’daki Yıldırım Beyazıd Medresesi’nde, sonra Filibe’de ve Edirne’de medrese hocalığı yapmıştır.

Molla Lütfi, çevresindeki devlet erkânına ve bilginlere latife yaparak onları eleştirdiğinden, çoğu kimse tarafından sevilmezdi. Fatih Sultan Mehmet’le bile iki arkadaş gibi şakalaşırdı. Kendisini çekemeyen bazı kimselerin, dinsizlik suçlamaları nedeniyle kovuşturmaya uğradı ve Sultan Beyazıd döneminde idam edildi. Ölümü üzerine pek çok kimse yas tutmuş, tarihler düşmüş ve şehit sayılmıştı.

Molla Lütfi’nin, çoğu Arapça olan eserleri 17. yüzyıla kadar elden düşmemiştir. Taz’ifü’l-Mezbah (Sunak Taşının İki Katının Bulunması Hakkında) adlı kitabı iki bölümden oluşur. Birinci bölümde kare ve küp tarifleri, çizgilerin ve yüzeylerin çarpımı ve iki kat yapılması gibi geometri konuları ele alınmıştır. İkinci bölümde ise meşhur Delos problemi incelenmiştir. Molla Lütfi’nin, bu problemi, İzmir’li Theon’un eserinden öğrendiği anlaşılmaktadır. İzmir’li Theon, İskenderiye kütüphanesinin müdürü Eratosthenes’e atıfla, Delos adasında büyük bir veba salgını çıkınca, ahalinin, Apollon rahibine müracaat ederek bu salgının geçmesi için ne yapmak gerektiğini sorduklarında, rahibin tapınaktaki sunak taşını iki katına çıkarmalarını tavsiye ettiğini, böylece kolaylıkla çözülemeyecek bir matematik problemi ortaya çıkmış olduğunu yazar. Mimarlar bu işi başaramayınca, Platon’un yardımını isterler. Platon, rahibin sunak taşına ihtiyacı olduğundan değil, Yunanlılara matematiği ihmal ettiklerini ve küçümsediklerini söyleme maksadında olduğunu bildirdikten sonra, problemlerin orta orantı ile çözüleceğini ifade etmiştir. Molla Lütfi, işte bu hikâyeye dayanarak eserini yazmıştır. Kitabında, küpün iki kat yapılmasının, yanına başka bir küp ilave etmek demek olmayıp, onu sekiz defa büyütmek demek olduğunu açıklar. Molla Lütfi Mevzuatü’l Ulüm (Bilimlerin Konuları) adlı eserinde de yüz kadar bilimi tasnif etmiştir.

Johannes Kepler

(1571-1630) Newton, "Daha ileriyi görebildiysem, bunu omuzlarından baktığım devlere borçluyum," demişti. Bu devlerden biri Galileo ise diğeri Kepler'dir. 

Kepler'e gelinceye dek Copernicus sistemine dayanaksız bir hipotez, ya da, işe yarar matematiksel bir araç gözüyle bakılıyordu. Kepler, sistemin kimi düzeltmelerle bilimsel doğruluğunu kanıtlamakla kalmadı, astronomiye mekanik bir kimlik kazandırdı. 

Gençlik coşkusuyla işe koyulduğunda amacı mistik inancı doğrultusunda, "göksel alemin müzikal uyumunu" geometrik olarak belirlemekti; çalışmasını noktaladığında, astronomi matematiksel düzenlemenin ötesinde fiziksel bir gerçeklik kazanmıştı. Ders kitaplarında daha çok üç yasasıyla bilinen Kepler, uzay fiziğinde sonraki kimi önemli buluşların ipuçlarını da ortaya koymuştu. Bunların başında eylemsizlik ilkesiyle çekim kavramı gösterilebilir. 

Johannes Kepler güney Almanya'da Weil kentinde dünyaya geldi. Dört yaşında geçirdiği ağır çiçek hastalığı görme duyumunu zayıflatmış, ellerinde sakatlığa yol açmıştı. Macera arayan sarhoş bir baba ile akıl dengesi bozuk bir annenin çocuğu olmasına karşın, Kepler'in öğrencilik yılları parlak geçer. Ruhsal güvensizlik içinde büyüyen Kepler, önce teolojiye yönelir; ancak üniversite öğreniminde bilim ve matematiğin büyüleyici etkisinde kalır; sonunda Copernicus sistemini benimsemekle kalmaz, sistemin doğruluğunu ispatlamak tutkusu içine girer. 

Daha yirmiüç yaşında iken Graz Üniversitesi'nin çağrısını kabul ederek astronomi profesörü, ardından kraliyet matematikçisi görevlerini yüklenir. Ne var ki, rahat bir çalışma ortamı bulduğu Graz'da kalması fazla sürmez; dinsel çekişmede yenik düşen Protestan azınlıkla birlikte kenti terk etmek zorunda kalır. 

Kepler işsiz kalmıştır, ama bu ona meslek yaşamının belki de en büyük şans kapısını açar: öteden beri çalışmalarına hayranlık duyduğu Danimarka'lı ünlü astronom Tycho Brahe'nin asistanı olur. Gerçi kişilik yönünden ustası ile uyum kurması kolay olmayacaktı; üstelik Tycho tanrısal düzene aykırı saydığı güneş-merkezli sisteme karşıydı. Ona göre gezegenler güneşin, güneş de dünyanın çevresinde dönmekteydi. Ne ki, çok geçmeden usta yaşamını yitirir (1601); gözlemeviyle birlikte yılların yoğun emeğiyle toplanmış son derece güvenilir gözlem ve ölçme verilerine Kepler sahip çıkar. 

Kepler'in resmi görevi astroloji almanakları hazırlamaktı. Zaten yetersiz olan maaşı çoğu kez ödenmiyordu bile. Soyluların yıldız falına bakarak geçimini sağlıyordu. Astronomlar için ek kazanç kaynağı gözüyle bakıp bir bakıma küçümsediği astrolojiye inanmadığı da kolayca söylenemez. 

Yukarda da belirttiğimiz gibi, Kepler'in amacı "göksel mimarlık" dediği düzende aradığı matematik uyumu kurmaktı. Graz'dan ayrılmadan önce yayımlanan Göksel Gizem adlı kitabında, gezegenlerin devinimlerini geometrik çizgi ve eğrilerle belirleme yoluna gitmiş, o zaman bilinen altı gezegene ait yörüngelerin, belli bir sıra içinde içice yerleştirilen beş düzgün geometrik nesnenin oluşturduğu altı aralığa denk düştüğünü ispata çalışmıştı ("Yetkin nesne" denen bu çok yüzlü cisimler şunlardır: 

(1) dört eşkenar üçgen yüzlü (piramit), 
(2) altı kare yüzlü (küp), 
(3) sekiz eşkenar üçgen yüzlü, 
(4) oniki eşkenar beşgen yüzlü, 
(5) yirmi eşkenar üçgen yüzlü. 

Bilindiği gibi iki boyutlu düzlemde istenilen sayıda çokgen şekil çizilebilir; oysa üç boyutlu uzayda yalnızca sıraladığımız bu beş çok yüzlü düzgün nesne oluşturulabilir). Antik çağdan beri bilinen bu beş nesnenin gizemli bir niteliği olduğu inancı pek de yersiz değildi. Gerçekten, yetkin simetrik olan bu nesnelerin her biri tüm köşelerinin dokunduğu bir küre içine yerleştirilebilir. Aynı şekilde, her biri tüm yüzlerinin orta noktasına dokunan bir daireyi çevreleyebilir. 

Örneğin, Satürn yörüngesini içeren küreye bir küp yerleştirilecek olsa Jüpiter'in küresi bu küpün içine; ya da, Jüpiter'in küresine bir piramit (dört eşkenar üçgen yüzlü nesne) yerleştirilecek olsa Mars'ın küresi bu piramidin içine tıpatıp uyacaktır. Aynı düzenleme geriye kalan gezegen yörüngeleriyle çok yüzlü düzgün nesnelerle de gerçekleşmektedir. Kepler en büyük coşkusunu bu düzenlemeye yönelik araştırmasında yaşamıştır. 

Düzgün geometrik nesnelerle gezegen yörüngeleri arasında varsayılan ilişki olgusal temelden yoksundu kuşkusuz; ama, gezegenlere ait yörünge büyüklükleri arasında bir tür korelasyon olduğu düşüncesinde bir gerçek payı vardı. Nitekim Kepler'in yirmi yıl sonra formüle ettiği üçüncü yasası bu düşünceden kaynaklanmıştır. 

Tycho'nun gözlemevine yerleşen kepler, gençliğinin çoğu akıl-dışı saplantılarından tümüyle kurtulmazsa da, giderek daha olgun, olgusal verilere daha bağlı bir kimlik kazanır. Tycho'nun ona verdiği görev gezegen yörüngelerini belirlemeye yönelikti; incelemeye koyulduğu ilk yörünge de beklentiye en çok aykırı düşen Mars'ın gözlemlenen yörüngesiydi. 

Kepler, yoğun bir uğraşa karşın yıllarca, gözlem verileriyle uyum kurmaya çalıştığı çembersel yörünge arasındaki farkı gideremedi. Bu demekti ki, çembersel yörünge beklentisinde bir yanlışlık olmalıydı. Ne var ki, göksel düzeyde yetkinlik arayışı içinde olan Kepler bu olasılığı bir türlü içine sindiremiyordu. Çembersel olmayan bir yörünge (ki, Kepler için bu bir "pislik"ti) nasıl düşünülebilirdi? Ama olgular da bir yana itilemezdi! 

Bu tür açmazların etkisinde Kepler zamanla astronomide geometrik uyum arayışından fiziksel etki arayışına girer. Copernicus için güneşin merkez konumu salt matematiksel bir belirlemeydi; oysa Kepler buna fiziksel bir gerçeklik tanıma gereğini duymaya başlar. Tüm gezegen yörünge düzlemlerinin güneşin merkezinden geçmesi olayı, bu yönelişi doğrulayıcı nitelikteydi. Mars'ın yörüngesi üzerindeki çalışması bir olguyu daha gün ışığına çıkarmıştı: gezegenin yörüngesi üzerindeki hızının değişik noktalarda değişik olduğu gerçeği. 

Öyle ki, gezegenin güneşe yaklaştığında hızı artmakta, uzaklaştığında hızı azalmaktaydı. Kepler bu ilişkiyi ikinci yasasında şöyle dile getirir: güneş ile gezegen arasındaki yarıçap vektörü yörünge düzleminde eşit zamanlarda eşit alanlar süpürür. Yaptığı tüm ölçmelerin doğruladığı bu ilişki de çembersel yörünge beklentisiyle bağdaşmamaktaydı. 

Kepler ister istemez başka bir yörünge biçimine yönelmek zorundaydı. Gözlemler yörüngenin elips biçiminde olduğunu ortaya koyuyordu. Mars'ın yörüngesine ilişkin bu buluşunu Kepler daha sonra birinci yasası olarak tüm gezegenler için genelleme yoluna gider: Her gezegen, bir odağında güneşin yer aldığı bir elips çizerek devinir. 

Kepler ilk iki yasasını, 1609'da yayımlanan Yeni Astronomi adlı kitabında ortaya koymuştu. Üçüncü yasasını aradan dokuz yıl geçtikten sonra oluşturur: Bir gezegenin yörüngesini tamamlamada geçirdiği sürenin karesi, güneşe olan ortalama uzaklığının küpüyle orantılıdır. Buna göre, gezegenin periyodik süresini T ile, yörüngesinin ortalama yarı çapım r ile gösterirsek, oranı tüm gezegenler için aynıdır. "Harmonik yasa" diye bilinen bu ilişki, yörüngelerini tamamlama süresi bakımından gezegenlerin mukayesesine olanak vermektedir. 

Daha da önemlisi, ilişkinin ilerde Newton'un formüle ettiği yerçekimi yasasına sağladığı ipucudur. Oysa Kepler bu son buluşuna, gençlik yıllarından beri arayışı içinde olduğu "küreler uyumunun" formülü gözüyle bakıyordu. Uyumsuz bir evrenin onun için bir anlamı yoktu. Güneş gezegenleri yönetme gücüne sahipse, göksel devinimlerin formülünde dile gelen türden bir ilişki içermesi gerekirdi. 

Kepler'in gerçeği bulma yolunda verdiği çabanın bir benzerini bilim tarihinde göstermek güçtür. Şu sözlerinde derin araştırma tutkusu az da olsa yansımaktadır: "Çalışmamın karmaşık görünen sonuçlarını izlemede zorlanıyorsanız, bana kızmayınız; çektiğim sıkıntılar için bana acıyınız. Sunduğum her sonuca yüzlerce kez yinelediğim sınama ve hesaplamalarla ulaştım. Sadece Mars'ın yörüngesini belirlemem beş yılımı aldı." 

Copernicus gibi Kepler de Pythagoras'dan kaynaklanan sayı mistisizminin etkisindeydi. Evrenin geometrik bir düzenlemeyle kurulduğu inancını hiç bir zaman yitirmedi. Onun gözünde güneş tanrısal bir güçtü. Güneş sisteminde yalnızca altı gezegenin bulunmasına (Uranüs, Neptün ve Plüton henüz bilinmiyordu) koşut olarak geometride yalnızca beş düzgün çok yüzlü nesneye olanak olması rastlantı değil, merak konusu bir gizemdi. Astronominin temelini oluşturan üç yasası bu gizemin büyüsünde ömür boyu sürdürdüğü çalışmanın bir bakıma yan ürünüdür. 

Kepler'in kendisi gibi dönemin bilim çevrelerinin de (bu arada Galileo'nun) bu yasaları yeterince önemsediği söylenemez. Newton'un bir başarısı da, Kepler'in kitaplarında adeta gömülü kalan bu yasaların gerçek önemini kavramış olmasıdır. 

Kepler asıl hayal ettiği şeyi (göksel kürelerin müzikal uyumunu) belki gerçekleştiremedi; ama gerçekleştirdiği şey ona bilim tarihinde "Astronominin Prensi" unvanını kazandırmaya yetti.

Padişahın İşi Ne?

Sultan Murat Han o gün bir hoştur. Telaşlı görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil.Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:
— Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
— Akşam garip bir rüya gördüm.
— Hayırdır inşallah?
— Hayır, mı şer mi öğreneceğiz.
— Nasıl yani?
— Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki, padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt'a çıkar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorarlar;
—Kimdir bu?
Ahali:
—Aman hocam hiç bulaşma, derler. Ayyaşın, berduşun biri işte!
— Nerden biliyorsunuz?
— Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz... Bir başkası tafsilata girer;
—Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar Çarşısı'nda çalışır. Nalının hasını yapar... Ancak kazandıklarını içkiye, fuhşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine.. Hele yaşlının biri çok öfkelidir:
— İsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu? Hâsılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdili kıyafet mollalar kalırlar mı ortada! Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu :
— Nereye?
— Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
— Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem... Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebaamızdır.Defini tamamlamak gerek.
— İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
— Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
— Peki, ne yapmamı emir buyurursunuz?
— Mollalığa devam... Naşı kaldırmalıyız en azından.
— Aman efendim, nasıl kaldırırız?
— Basbayağı kaldırırız işte.
— Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Tekfini, telkini...
— Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.
— Şurada bir mahalle mescidi var ama...
— Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
— Ne bileyim, Ayasofya'dan, Süleymaniye'den, en azından Fatih Camii'nden...
— Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkânı çoktur.Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin.Hadi yüklenelim...

Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkânınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında.Yüzü sakilere benzemez. Hem manalı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama,
vezirin de keza... Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar,musalla taşına yatırırlar.Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha... Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
— Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba...
— Nasıl yani?
— Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?..
— Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim. Vezir, cüzüne, tespihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur.Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
— Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun.Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar... Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından...
— Biliyor musun oğlum, diye dertli dertli söylenir...Bizim efendi bir âlemdi, vesselam... Akşamlara kadar nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helâya!
— Niye?
— Ümmeti Muhammed içmesin diye...
— Hayret...
— Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek... O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara... Mızraklı ilmihâl. Hücceti İslam okurdum...
— Bak sen! Millet ne sanıyor hâlbuki...
— Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescitlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kâbe’yi görmeli...
— Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
— İşte bu yüzden Nişancıya, Sofulara uzanırdı ya... Hatta bir gün:
— Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada...
— Doğru, öyle ya?
— Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. İş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
— Peki, o ne dedi?
— Önce uzun uzun güldü, sonra;
— Allah büyüktür hatun, dedi.----Hem padişahın işi ne? -----

Ateşperest ve Müslüman

Bir müslüman ve bir ateşperest birlikte çalışıyorlardı. Namaz vakti gelince müslüman:
-Ben namaz kılacağım. Namaz kılarken bana ilişmeyeceğine dair söz verirmisin? Dedi.
Ateşperest:
... -Veririm. Dedi
...Bir müddet sonra mecusi olanın ibadet zamanını geldi. Mecusi:
-Şimdide benim ibadet zamanım. Sende bana ilişmeyeceğine dair söz ver. Dedi.
Müslüman:
-Peki olur sana ilişmem. Dedi.
Fakat mecusi ateşe tapmak üzere secdeye varınca, müslüman hemen üzerine atılır. Sözünde duramaz. Tam o esnada şöyle bir ses duyar:
-Söz verdiğin zaman sözünü yerine getir.
Bunun üzerine adama ilişmeden geri çekilir. Mecusi ibadetini bitirdiğinde sorar.
-Evvela hücum ettin, sonra neden vazgeçtin?
Müslüman:
-Allah'tan başkasına secde ettiğin zaman dayanamadım, hücum ettim. Seni öldürmek istiyordum. Fakat o anda:
-Söz verdiğin zaman ahdini tut. Diyen bir ses beni o teşebbüsümden alıkoydu. Dedi.
Bunun üzerine mecusi:
-Şimdi inanadımki, asıl ve gerçek ilah senin Rabbindir. Kendi düşmanı için dostunu bile azarlıyor. İşte senin huzurunda müslüman oluyorum diyerek Kelime-i Şehadet getirir.

Bakış Açısı

Kadın sabah kalkmış, aynaya bakmış ve kafasında yalnız üç tel saç görmüş. 

" Hım, demiş galiba bugün saçımı örgü yapacağım. " 

Öyle de yapmış, günü de harika geçmiş. 
... 

Ertesi gün kalkmış, aynaya bakmış, kafasında iki tel saç kalmış. 

" Hım. " demiş, " bugün saçımı ikiye ayıracağım."

Dediğini de yapmış, harika bir gün geçirmiş.

Bir ertesi gün yine kalkmış, aynaya bakmış, kafasında tek tel saç var.

" Tamam, tamam. “ demiş. “ artık bugün atkuyruğu yaparım."

Öyle de yapmış ve çok çok güzel bir gün geçirmiş.

Daha bir ertesi gün aynaya baktığında, kafasında bir tek tel bile kalmamış.

" Wow! " diye bağırmış. " Bugün saç derdim yok. "

Bakış açısı her şeydir. Gerektiğinden kibar ol. Tanıdığın herkes kendi savaşını yaşamakta zaten.

Okyanusta 76 Gün.


 Steven Callahan 1982 yılında tek başına yelkeniyle Atlantik'i geçmeye çalışırken kaza geçirdi ve teknesi batmaya başladı.Bir cankurtaran botuna sığınmayı başardı;ama ne bulunduğu yer gemilerin geçiş rotasındaydı, ne de botunun kontrolünü elinde tutabiliyordu.Üstelik yiyecek ve içeceği çok azalmıştı; hayatta kalmak için görünürde çok az şansı vardı.
     Ama kazadan tam yetmiş altı gün -bir gemi botunun üzerinde yaşanmış en uzun süre- sonra kurtarma botunun üzerinde bulunduğunda hala yaşıyordu.Yola koyulduğu zamankinden daha zayıf ve güçsüz bir halde de olsa hala hayattaydı.
     Nasıl hayatta kaldığının hikayesi büyüleyiciydi. Nasıl balık tutmayı başardığı, güneşe karşı cildini nasıl koruduğu konusundaki deneyimleri çok ilginçti.Callahan, hayatta kalmak için deniz suyunu buharlaştırmayı bile başarmıştı.
     Ama en dikkat çekici şey, tüm umutların kaybolduğu, mücadele etmeyi sağlayacak şartların ortadan kalktığı bir anda verdiği mücadeleydi. Kurtarma botu delindiğinde bir haftadan fazla zayıf vücuduyla onu tamir etmeye uğraşmış, hava kaçıran botu şişkin tutmak için yorgun düşmüş, müthiş acılar çekmiş; ama hayatta kalmayı başarmıştı. Ciddi derecede susuz kalmıştı, son derece yorgundu, bu durumda her şeyi bırakmak tek seçenek gibi görünüyordu; ama S. Callahan inatla yaşamayı seçmişti.
      S. Callahan öyküsünü anlatırken ''Beni hep umut hayata bağladı.'' diyordu. ''Kendi kendime defalarca 'Hayatta kalabilirim' dedim. Gücümü kaybeder gibi olduğum her anda bu sözü tekrarladım.''